20 Ağustos 2014 Çarşamba

İç Dökmece

     Son yazımdan bu tarafa epeyce zaman geçti ve sonra nedense yazacak bir şey bulamadım. Aslında yazmaya değecek şeyler yaşamadım ya da yazdıklarım canınızı sıksın istemedim (küçükte olsa okuyanlar var sonuçta :) ). Çok zor bir dönemden geçtik ailecek bu süreçte ve büyük bir sınav atlattık Allah'a tevekkül ettik ve çok şükür sıhhate kavuştuk. Birazcık hastane yolları aşındırdık. Dayım sürekli yaşlanmaktan korktuğunu söylerdi her defasında bunu komik bulurdum. Ama anladım. Şimdi bende çok korkuyorum. Bu yüzden yapabileceğim ne varsa yapasım var. Tabii ki bunlara bir sene daha gem vurmam gerekecek çünkü yeniden üniversite sınavına hazırlanmaya karar verdim ve geçen yıldan çok daha yoğun tempoda çalışmazsam sonuç pekte farklı gelmeyecek malum. Okul bitti hastane işleri vs derken iyice ev kızı olduk çıktık tabi hatta o kadar ev kızı oldum ki geçenlerde fırın eldiveni aldım marketten. Tek başıma olunca biraz sorumluluklar arttı tabi. Daha önceki yazılarımdan birinde bahsetmiştim buna benzer bir durumdan. Büyümenin ve sorumluluk almanın bana korku verdiğinden... Ama bu süreçte bunu da aştım gibi ve sanki o kadar korkunç değil gibi. Yani belki, biraz hatta azıcık değil gibi. Mesela oy kullandım. İlk oyum. Okul başkanı seçimlerimiz olurdu orada da hiçbir zaman oy verdiğim kişi almamıştı. Bu duygu çok yabancı olmadı o yüzden ama oy kullanmanın heyecanı tartışılmazdı. Anneanneme destek olmaya çalıştığım için akrabalarımız tarafından "küçük hemşire" diye çağrılır oldum. Mesela şuan bu yazıyı niye yazıyorum bilmiyorum sadece uzun zaman oldu diye aldım elime ve iç dökmece oldu yine sanırım. Anneannem hastalanmadan önce de işe girmiştim. Bir haftalık bir iş deneyimim var artık. Garsonluk yapıyordum. Annem her zaman çalışma hayatının çok başka olduğunu söylerdi ve sadece bir haftada ne kadar haklı olduğunu anladım. İş arkadaşlarımın hepsiyle yaşıt olmama rağmen okul ortamının yanından bile geçmediğini fark ettim. Ve allahtan yalnızca bir hafta çalıştım. Aslında özlüyorum iş yerimi ve ortamını alışmıştım çünkü ve çok güzel zaman geçiyordu. Bir gün iş yerindeyken bulutlar yere inmişti resmen nasıl yağmur yağıyordu ve o gün geceydi çıkış saatim. O gün annemi ne kadar çok özlemiştim nasıl sarılıp ağlayasım gelmişti işte o gün de büyüdüm dediğim günlerden birisiydi. Resmen dank etmişti hatta, annemin yanımda olamayışı çok ağırıma gitmişti. Zaten işte sonra işi bıraktım evdeydim, evdeyim... Bütün bir yazım evde geçti. Ve en kötüsü bu yıl kankalanma yazıydı. Kanka kız Büşra ! Daha düne kadar bu durum zoruma gitsede Hakan ile konuşunca hepsi bitti gitti. Dertleşmek için en doğru adreslerden en candan dostlardandır kendileri. Onunla konuşunca günah çıkarmış gibi içimden bir şeyler kalkıp gitti ve hafifledim sanki. Garip bir benzetmede olsa doğurmak gibiydi ve içimde biriktirip kendime dert ettiğim çok büyük sandığım o şey beni bırakıp gitti. Doğru kelime nedir bilemiyorum ama şimdi yeni bir döneme hazırlanıyorum. Başka bir şehirde başka insanlar olacak hayatımda. şimdilik kısa bir süreliğine tabi ama sonumuz ne olur kim bilir. Ondan önce bir kaç gün sonra gideceğimiz tatilin heyecanı var tabii ki. İkisini de sabırsızlıkla bekliyorum. Ve dünkü sıkıntı yerine kocaman heyecanlar kaplıyor içimi. Büyük bir heves. Yine yeniden diyelim: Hakkımızda hayırlısı olsun.  :)

1 Mayıs 2014 Perşembe

Teşekkürler 12/A TM


-bu şarkı olmazsa olmazdı-


Aslında öyle olmasa da bizim için yarın okulun son günü ve sanırım bundan sonra yalnızca karne almak için uğrayacağız. İşte tamda bu yüzden bu yazıyı yazmak istedim. Okulun her köşesinde milyonlarca anım var birazı tatlı, komik birazı hüzünlü, soğuk ama beni ben yapan çok şey var o okulda. 9. sınıfa başladığım ilk günü hatırlıyorum Buse'nin elinden tutup beni bırakma dediğimi duyuyorum hala. Sınıfımda ki hiç kimseyle konuşamadım ilk bir hafta en arka köşede saçı topuz, gri hırka giyen ve her zaman derse hazır ve nazır beklerdim kitaplarım önümde ellerim masamda dik bir oturuşum vardı çünkü yalnızdım. Sonra MEB tek günlük yeni bir tercih ayarlamıştı -ben bunu tercih süresinin bitmesine beş dakika kala öğrenmiştim- ve onun sayesinde sınıfa gelen Şeyma ve Zeynep'le can ciğer olmuştuk. Daha sonra birden bire sınıfça bir bütün olduk artık kocamandık. 9-B ye çok şey borçluyum. Biz birbirimize doyamamışken sene bitti ve TM grubu MF grubu oluverdik. Birbirimize yeni sınıfımızla asla 9'daki gibi olmayacağımıza ve her teneffüs buluşacağımıza dair söz vermiş olmamıza rağmen her teneffüste birileri eksildi ve sonra hiç kimse buluşmak için beklemez oldu. Dağılmıştık! Herkes yeni arkadaşlar edinmişti, bende...Nedense 10. sınıfa alışmam 9'dan daha da zor olmuştu ama neyse ki Yasin ve Elif benimleydi, aynı sınıfa düşmüş olmamız beni rahatlatıyordu. Yine de hiçbir şey eskisi gibi değildi tabi ki. 11. sınıf kendimizi bulduğumuzu ve artık büyüdük dediğimiz yıldı artık tamamen kaynaşmış ve aile olmuş bir sınıftık her günümüz kaynatmayla geçerdi ve okulun abartmıyorum bela sınıfıydık. Bütün hocalar bizi bırakmak için can atar olmuştu. Bir önceki devremiz olan 12-A şubemizden de kaynaklı olarak  bizi veliahtları olarak görüyordu bizde hakkını veriyorduk. Ve canıma can katan lise hayatının neden bu kadar özlendiğini, arandığını ve eşi benzeri olmayan bir dönem olduğunu anlamamı sağlayan 12. sınıf. Aramızdan bir sürü kişi gitti kan kaybettik resmen ama belki de son senenin vermiş olduğu, birbirimize ve hatta kendimize söyleyemediğimiz bir hüzünle daha sıkı sarıldık birbirimize hem zaten bir avuç insancıktık artık. O okulda o sınıfta öyle çok insan sevdim ki...Bana kardeş oldukları, canıma can kattıkları ve şuan sayamadığım ama onların bildiği pek çok sebep için Serenay, Beste, Buse ve Yasin'e... Aslında müzik dinliyorum diye kuru gürültüden başka bir şey dinlemediğimi ve sadece müzikte değil insanlık hakkında bana pek çok şey öğrettiği için Hakan'a, aslında dengesiz bir ruh haline sahip olmasına rağmen hepimize abilik yapan Metin'e, komik insanım ve aynı zamanda harika bir dert ortağı olan Çağatay'a, parasızlıktan ölmek üzereyken ilk koştuğum insan olan şirin çocuk Emre'ye, über saçmalıklar yapan ama gülmekten karnımı ağrıtan Burak'a, dili son sene çözülen canım arkadaşım Arap'a, sürekli laf sokmasına ve azarlamasına rağmen beni çok sevdiğini bildiğim Elifnaz'a, Ucuz olan Avon'un makyaj malzemeleri sayesinde kendimi güzel hissetmemi sağlayan Zehra'ya, 4 yıl boyunca bana yaverlik eden her halime katlanan sarışınım canımın ta içi Kübra'ma, ve Kübra ile aynı şeylere katlanmak zorunda olan kokoş arkadaşım Merve'ye, sayesinde pek çok yazılıya çalıştığım büsürü abur cubur yediğim çok sevdiğim Mine'ye, aslında pek çok şekilde tanımlayabilmeme rağmen şuan sadece çılgın diyebileceğim canımın içi Berfu'ma, sevimli surat sıcak insan Ecem'e, Sürekli ağlayarak ve okuldan gitmek isteyerek çıldıran sağa sola saldıran Nilay'a, kalbi yusyumuşacık olsan bir tanecik arkadaşım  Elif'e, güzelliğiyle beni kıskandıran Selin'e, küçücük Ayşegül'e, sıra arkadaşım Mücahit'e, bizde onu anmak için bir sürü komik hatıra bırakan Esad'a, ortalıkta kırılmadık eşya kalmayacak sloganıyla hareket eden tatar arkadaşımız Özkan'a, sessiz ve asi kişiliği için Çağın'a, kalbinde herkese yer olan güzel saçlı insan Sema'ya ve son olarak cool arkadaşımız Fatih'e... 3 yıl boyunca sınıf öğretmenliğimizi yapan, bir gün azarlayıp bir gün seven güzel insan Şenay Yalçın'a: Hepinize en kocamanından sevgiler, güzel dilekler; bana yaşattığınız ve öğrettiğiniz her şey için milyonlarca teşekkürler.Çocuksu tavırlarıyla öğretmenim değil kız kardeşim gibi hissettiren Tuba Uluhan'a bütün çikolataları, oyuncak bebekleri, ve en son da lise hayatımın en güzel yerinde yer alan, ve sadece yüzeysel değil derinlerde bir yerlerde pek çok şey paylaştığım,ailesi ailem olan, kardeşcan Hilal Karan'a da ne kadar iyilik güzellik çikolata pasta ne varsa gönderiyorum :)
Teşekkürler 12/A TM
Teşekkürler MHG
İyi ki varsınız...

19 Mart 2014 Çarşamba

YAZ GELSE

             


Hepimizin ruh hali birazda doğa koşullarına bağlı...Herkes her havada mutlu olamıyor. Bunun sebebi yapılarımız. Yani sessizlik,sakinlik ve yalnızlıktan hoşlanan insanlar sonbahar-kış aylarını daha çok sever mesela ya da kalabalıkları, sokakları, insanları, renkleri seviyorsanız sizin mevsiminiz ilkbahar-yazdır. Ben yaz mevsimi aşıklarındanım. Çünkü güneş bana huzur verir; masmavi gökyüzü... Baharın gelmesiyle içime dolan yaşam sevinci yazın doruk noktasına ulaşır ve her şeye dair olan umutlarım bin belki de beş bin kat daha artar. Bu sabah dedemle bankamatiğe giderken bana baharı müjdeleyen şeylere rastladım: Bembeyaz kayısı çiçekleri
 -ilk duyduğumda olağanüstü bulduğumdan paylaşmak isterim kayısı ağacı önce çiçek sonra yaprak açarmış-
ve çatılardan birbirine laf yetiştirircesine hepsi farklı tondan ötüşen serçeler, bulutsuz havada bana göz kırpan güneş, torunlarını alıp parka götüren teyzeler,amcalar... Bunlara şahit olmak fazlasıyla mutlu etti beni ve kendime gelmemi sağladı sanırım.Çünkü uzun zamandır gökyüzüne bakmadığımı fark ettim ve birden baktığımda bahar havası vardı. Sürpriiiiz! Ve Allah varlığını , büyüklüğünü kim bilir kaçıncı kez serdi gözler önüne. Sanırım yaza dair en çok özlediğim şey balkonum. Bütün gün balkonda oturup sürekli bir şeyler içmeyi, sokakta seksek oynayan çocuklara laf atmayı ve annem için yemekler yapıp onun gelişini heyecanla beklediğim günlerden bahsediyorum size. Yani yazın çok matah bir şey yaptığımdan değil ama benim mutlu olduğum şey tamda bu. Bu yazdan da çok farklı şeyler beklemiyorum ama gelsin bir an önce. Televizyonda dondurma ve soğuk içecek reklamları dönmeye başlasın,diziler yavaş yavaş sezonu kapasın ve yerini gece gündüz aynı haberi yayınlayan magazin programları ve FOX'un vazgeçilmezi olan bütün bölümlerini ve repliklerini artık herkesin ezberlediği Doktorlar dizisi yayınlansın mesela. Serinlemek için çareler arayalım elimizde vantilatör ile dolaşalım fok balığı gibi suyun altından çıkmayalım sıcakta yüzümüz gözümüz yapışıyor diye makyaj yapmaktan vazgeçelim neon ojeler sürelim...Konserlere gidelim, Hilal Hoca'ya misafir olup bahçesinin tadını çıkaralım. Arabada camdan sarkıp saçlarımızın dolaşmasına izin verelim...Yani demem o ki bu yazım evrene bir mesaj olsun ve artık yaz gelsin. Buna çok ihtiyacımız var.

21 Şubat 2014 Cuma

Umut Ağacı


İnsanlar değişik insanlar zor...Onlarla yaşamak onları anlamak,alışmak,sevmek...Acaba insanlar birlikte yaşamaya nasıl karar verdi, nasıl akıllarına geldi bu mesele? Mesele dedim çünkü bu çok yorucu bir durum. Yani bunun pek çok yorumu var tabi ki işte beslenme avlanma barınma vb. konularda birilerine ihtiyaç duyulmuş pekala ama bu kadar basit mi? Altında farklı sebeplerin olduğuna inanıyorum açıkçası. Dediğim gibi insanlarla her şey çok zor onları kabullenmek,alışmak,öğrenmek ama insanlar hayatınızda olmadan da olmuyor. Onlar sayesinde öğreniriz çünkü biz her şeyi yaşadığımız bütün duyguları,hisleri. Sevmeyi-sevilmeyi, şefkati, öfkeyi, acımayı, endişeyi...Beraber yaşayarak anladığımız belki de çok sonra farkına vardığımız duyguları bize insanlar öğretir. Şuan nefret ettiğimiz pek çok kişi olabilir mesela karşılaşsak ya da yapabilecek gücü kudreti bulsak aynı zamanda vicdanımız el verse ona yapabileceğimiz işkenceyi kimsenin hayal edemeyeceğini sanırız. Ama neden? O da bize pek çok şey öğretmedi mi? Ona bir şeyler borçlu değil miyiz yani? Hayatımıza giren uzun süre bizimle kalan bazende şöyle bir uğrayıp çıkan insanlar... Ya da hiç yanımızda olmayan simasını bile bilmediğimiz ama varlığından haberdar olduğumuz insanlar...Herkes, hepsi. Bizim hislerimizin bir şekilde dalgalanmasına sebep olurlar. Onlara kızabilir aksine çok ama çok sevebiliriz. Bizi kırabilirler ama onlara da teşekkürler. Yaratan bize "Her şeyin hayırlısını isteyin." demiş.Bizim çok istediğimiz hatta hayırlısı sandığımız şey bizim için hayırlı olmayabilir ya da tam tersine hiç istemememize rağmen gerçekleşen olaylar hayrımıza olabilir. Yani bizi çok yıprattığını ve üzdüğünü düşündüğümüz insanlarda belki fark etmeden bize iyilik yapmış olabilirler bu yüzden onlara da teşekkürler işte. Bizde tedavisi zor yaralar bırakan herkese teşekkürler. Bize şükretmeyi öğreten herkese teşekkürler. Duamıza dua katan herkese teşekkürler. Bizi merak eden herkese teşekkürler. Bizi biz yapan sizlersiniz çünkü. 
"Her şeyden biraz kalır" diyor birileri
Çoğunlukla haklıdırlar.
Kavanozda biraz kahve,
Kutuda biraz ekmek,
İnsanda biraz acı...
Diyor Turgut UYAR. Her şeyden herkesten biraz kalır üzerimizde ve bir kum misali biriktire biriktire dağ  oluruz. Belki sonra bir rüzgar gelir hayatımıza üzerimizde ki tozun külün yarısını alır götürür ve yepyeni bir biz oluruz. Hayat her an sürprizlerle dolu. Ve umut ağacımız hep yemyeşil kalmalı. Öyle bir ağaç olmalı ki bu her çeşit meyve olmalı dallarında yılın hiçbir mevsimi yaprak dökmemeli tek bir meyvesi bile çürüyüp yere düşmemeli. Her gün ağacın varlığından ve sağlığından dolayı bin bir şükür etmeliyiz bizde Allah'a... Bu şarkı da bizim şarkımız sınıfımızın biraz, biraz da sadece Hakan,Serenay,Hilal hoca,Beste ve benim ama bizim. Umut dolu ve gencecik şarkımız... Hepimizin olsun, hepimizin umudu olsun...


8 Şubat 2014 Cumartesi

Büyüdük mü?

     



              Uzun zamandır yazmaya niyetliyim ama bir türlü fırsat bulamadım şimdi de hazır boşum yazayım dedim.Geçen akşam ilkokuldan bir arkadaşımla yazışıyoruz artık hiçbir şey yapmak istemiyorum ve benzeri cümleler kurdu hevesim kalmadı dedi.Şaşırdım.Aslında şaşırmam da birazcık garipti çünkü bazen hatta belki çoğu zaman aynı hisse kapılıyorum.Eskiden her şeye çok hevesliydim, can atardım ama zaman geçtikçe bitse de gitsek moduna girdim. Karne günleri, bayramlar, akraba ziyaretleri...Beni epeyce heyecanlandıran programlardı.Gittiğimiz yerde de arkadaşım varsa değmeyin keyfime.Mesela bayramlar, bayramlık alınana kadar evde terör estirir bir de evdekilerin bayramın yaklaşmasına bu kadar tepkisiz kalmasını şeker almayı bile son güne bırakmasını asla anlayamazdım.Karne günleri özellikle süslenir ve eve karnemi alır almaz koşarak gelirdim iyi karnemle ve kendimle gurur duyardım hatta karnemin başına bir şey gelmesin diye şeffaf dosyayı asla unutmazdım.Ama bu yıl neredeyse karne almak için okula bile gitmeyecektim. Bayramlar zaten misafir demek, hizmet demek, bulaşık demek...Misafire her zaman bayılırım ama onlarla oturup keyif yapamıyorsam hiçbir şey anlamam ki.Şimdi böyle anlatınca evi çekip çeviren benmişim gibi oldu biraz ama öyle değil yani büyüyünce misafir senin de misafirin oluyor evin küçüğü ilgileniyor diğerleri sohbete çekiliyor.Diyeceğim şu ki: Büyümek biraz nasıl desem sorumlulukları olan bir şey ve sanırım insanlar sorumluluklarından sıkılıp bıktıkları için bu kadar isteksizler bu yüzden hevesleri kırık. Bunu fark etmek ve aynı yollardan geçmek biraz korkunç. İnsanların "içimdeki çocuk ölmedi" cümlesini yeni yeni anlar oldum. Evet gerçekten insanın içindeki çocuk ölmemeli asla hemde.Çünkü her şeyden sıkılmak çok sıkıcı belki bazen  de kırıcı. Bazen farklı bir şeyler yapmak istiyorum mesela ama annem o kadar bunalmış ve yorulmuş ki benimde hevesim kırılıyor sonra ve o televizyona ben telefona dalıyorum. Sadece bir olayı defalarca yaşamış olmak mı kişiyi hevessiz kılan yoksa sorumlulukları mı ona da karar veremedim.Bayram mesela 74 yaşındaki dedem 75. bayramını yaşayacak ama hepsi de aynı mı yani bu bayramların? Kesinlikle değil. İşte o yüzden bir şeyi her defasında ilk kez yaşıyormuşçasına davranmak en iyisi. Çünkü hepsi farklı yaşadığın kişi, giydiğin kıyafet, bulunduğun ortam, sürdüğün oje, sıktığın parfüm...Her anı ilk kez yaşıyormuş gibi yaşamalı her defasında hem ilk hemde sonmuş gibi tadını çıkarmalı.

27 Ocak 2014 Pazartesi

Korkudan Hepsi

Şarkımız yok bugün. Olduğu gibi, hissettiğim gibi...Birileri girer hayatınıza birden bire ne zaman ve nasıl olduğunu anlamazsınız. Yavaş yavaş alışırsınız onlara fark etmeden, hissetmeden. Bir bakarsınız ki yediğiniz içtiğiniz, güldüğünüz ağladığınız, gezdiğiniz oturduğunuz ayrı gitmez oluvermiş. Hayatınız onlarla dolmuş dolmuş da taşmış. İnsanlar sizi hep beraber anmaya başlamış yani "seninle şuraya gidelim" değilde "sizinle şuraya gidelim" olmuş cümleleri. Galerinizde tek başınıza fotoğraf kalmamış hiç. Her birinde ikişer üçer kafa var. Neyse şunu diyeceğim kendi etrafıma ördüğüm kocaman bir koruma kalkanına sahibim. Kendimi korumak için, üzülmemek için zaten her şey bu kadar saçma ve zorken daha fazla yük yüklememek için sırtıma. İnsanlarla da anlattığım boyutta bir samimiyete ulaştığım zaman aynı endişeleri onlar içinde taşıyorum. Mesela tehlike gördüklerinde kaplumbağa olsunlar istiyorum hemen kabuklarına çekilsinler ve tehlike onları görmesin ya da asil bir kurt olsunlar kendilerini Allah'ın onlara bahşettiği en mükemmel şekilde savunsunlar. Ama işte onlar o kadar narinler ki kır çiçeği gibi...Hatta ayçiçeği gibi...Güne doğru çevirirler başlarını ışık onlar için önemli. Umut demek ışık, cesaret demek. Ama kargalar gelirse ya ? İşte burada ben devreye giriyorum istemsiz ama can ata ata. Onları kalkanımın içine alıp sımsıkı sarılmak ve her şeyin geçtiğini söylemek istiyorum. Annelik değil bu öyle söylemeyin olsa olsa ablalıktır. Söylediklerim nasihat de değil öneri sadece yol gösteriyorum kendimce. Çok değer verdiğim birisine akıl danıştım yine neden bu kadar gizli tutuyorum ismini bende anlamış gerçi Hilal Hoca'dan bahsediyorum. Dedi ki sende haklısın ama belki de her zaman yol göstermeni istemiyorlardır. Düşündüm...Evet belki de öyle gerçekten ben hep diyorum diyorum da bakalım dinliyorlar mı beni ya da dinlemek istiyorlar mı? Kalkanıma buyur ediyorum ama bakalım gelesileri var mı? Hep öyle olmaz mı zaten annemiz babamız bize bir şey söylediğinde hep kaçasımız onları susturasımız gelmez mi? O yüzden sus dedi sus sadece konuşmanı istediklerinde konuş. Ve Hilal Hoca dedi ki sitem eder gibi yapma evet sitem eder gibi değil. Haklısınız hocam çok haklısınız. Bana bir şeyler anlattıklarında ilk önce neye ihtiyaçları olduğunu sormalıyım, ne istediklerini...Şimdi aklıma geldi belki de ben yalnız kalmaktan korktuğumdan böyle tavırlarım. Çünkü evet çok korkuyorum. Dedim ya sevgisizlikten, ilgisizlikten değil ama hep eksik bir yanım hiç dolduramadım işte bu değerli insanlar bu konuda yardımcı oluyorlar bana. Ve onlar tarafından istenmemek korkusu alıyor beni. Ne kadar korkunç onları kaybetmiş olmak düşüncesi. Sırf bu yüzden farkında olmadan emirler yağdırıyorumdur kesin yoksa istediğimden değil. Ama onlar benim canım ciğerim, şükretme sebebim. Mandalinamı paylaşacak kimse bulamamak ya da çay almak için kantine kimseyi sürükleyememekten, fotoğraflarda yalnız kalmaktan korktuğumdan hepsi...

25 Ocak 2014 Cumartesi

Aşk Diyelim










Aşk diyelim,aşık olmak...Bazen otobüste sen otururken karşında telefona gömülmüş ve müzik dinleyen gence, bazen oturduğun cafe de sana çay getiren komiye, bazen adres sorduğun uzun boylu çocuğa...Aşık olmak istedikten sonra kime, niye olduğu önemli değildir çünkü. Genç otobüsten indiğinde, çay içtiğin cafeden çıktığında ya da adres sorduğun çocuk uzaklaştığında acı çekersin. Bazıları böyle ciddiye alınmayacak aşklar yaşar ve ciddiye alınmayacak acılar çeker. Bir de uzun soluklu ilişkiler yaşayan insanlar var çevremizde tabiki. Mesela onların aşkları biterse acıları da büyük insanlar ona destek olduklarını dile getiren telefon konuşmaları yaparlar ya da mesajlar falan atarlar.Ama kimse çocuk otobüsten indi diye elini omzuna koymaz,üzülme demez sana çünkü aşk yerine bile koymazlar.Peki hanginiz daha fazla acı çeker gerçekten? İnsan yaşadığı hüznü nasıl hafife alabilir? Aşkın daha değerlisi olur mu? Hiç arkadaşınızla kıyasladınız mı aşkınızın ya da acınızın büyüklüğünü? Aşkı biterse kim daha fazla acı çekecek? İlk kim depresyona girip twitter'dan depresyon temalı tweetler atacak ya da facebook'tan Candan Erçetin şarkıları paylaşacak? Soluğu ilk kim kuaförde alacak? Aşkını nasıl yaşadığın fark etmez işte böyle bir durumda. Evet belki şıpsevdisin işte insanlar ciddiye almıyorlar senin aşklarını, anlattıklarını. Belki de güvenmiyorlar sana. Ama ya sen? Aslında sen hepsinden çok acı çekersin çünkü hepsinden daha fazla aşk eskittin. Her defasında yeniden hayaller, umutlar, heyecanlar...Peki sonu ne oldu? Hüzün. Belki haykırarak ağlamadın sokaklarda, gece yarıları telefon açıp kızlara dert yanmadın... Ufak tefek şeylerle avuttun kendini, çaktırmadan kimselere. Mesela kocaman bir pastayı tek başına yedin ve bir günde haddinden fazla çay içtin. Ne bileyim gözünden yaş gelene kadar güldün,eve gelir gelmez bir kutup ayısı belgesi izleyip ölen baba ayıya saatlerce ağladın ya da.3 Hürel'in bir şarkısı var "Bir sevmek bin defa ölmekmiş" adı. Peki sen bin defa aşık olup kaç kere öldün? Her ölüşünde nasıl dirildin sen?Her ayrılıktan sonra nasıl sevdin bıkmadan usanmadan? Aşk tatlı da insanlar berbat demiş Haydar Ergülen. Sen aşık olmaya mı aşıktın? Aşk mı merhemindi senin yahu! Yavaşça iyileşirsin aslında kendi yaralarını kendin sararsın. İnsanlardan yardım görmeyi, günlerce ağlamayı acizlik olarak görüyorsun çünkü. Sonra bahar gelir senin için kışın ortasında kalsan da bu senin için iyiye işaret evet. Aşklarından korkma,insanlara anlatmaktan sen anlat hepsini anlat çünkü aşkta bulaşıcı, grip gibi der canım teyzem. İşte öyle aşkta grip gibi... Sen aşık ol,mutlu ol,insanlara anlat, mutlu olsunlar,günleri güzel geçsin bla bla bla. Kelebek etkisi yani bir nevi.Zaten sadece üstüne toprak atarsın sende aşklarının çünkü aşk hiç bitmez.Kalır.

24 Ocak 2014 Cuma

Buralarda Yeniyim



Bir selam yazısı yazmam gerektiğini düşündüm.Aklım erdikçe, dilim döndükçe...Yazmaya karar verdim çünkü bunun bana iyi gelen bir şey olduğunu fark ettim. İçimi böyle çok daha rahat dökebiliyorum. Herkes okusun istediğimden ya da başka bir şeyden değil yalnızca iyi hissetmek istediğimden. Bundan yaklaşık 1 ya da 1,5 ay önce hiçbir yeteneğimin olmadığına inanırdım.En yakın iki arkadaşımdan birisinin sesi harikadır birisi ise sürekli şarkı sözü,şiir,film peşinde koşar.Ama ben bir işe yaramıyordum. Bu fikrimi değiştirmem de ise bende yeri çok ayrı olan bir insan etken oldu. Ona söz verdiğim için programda okumak üzere bir yazı hazırladım enteresan ama çokta hoşlarına gitti. Gerçi yazan her ne kadar bensem de okurken pek ben olmayı becerememiştim heyecandan; dizlerim, sesim titremişti. O zaman yazabildiğim farkına vardım. Herkesçe de malum olan bir gerçek var ki üniversite sınavına hazırlandığım için blog kullanmaya vaktim yok. Geçen gün bir bloggerın kitabını okuyorum -şu sıralar yaşıtlarım tarafından oldukça ilgi görüyor kendisi- alzheimer olan bir amcadan söz etmiş kitabında ve günlük tutmaya da amcayla tanıştığı gün başlamış. Bu kısacık hikayeden fazlasıyla etkilendim nedense. Daha önce defalarca günlük tutmaya çalıştım ama benim için günlük günü gününe yazılmalı öyle önemli bir şey olunca falan değil, benim günlerim de oldukça sıradan geçtiği için blog açmaya hem içimi döküp rahatlamaya hemde etkilendiğim olayları anlatmaya karar verdim. Blogumun ismi de istasyon insanı evet belki de başta kulağa komik geliyordur bilemiyorum. Bu ismi seçmemde ki sebep ise yine benim için çok özel olan insan 'Hilal hocam'. Geçen sığınaktayız Hakan bize yine gitar çalıyor biz çay içiyoruz. Aslında daha önce çalmıştı bu şarkıyı ama kulak vermedim mi ne yaptım bilmiyorum çok ama çok etkilendim şarkıdan.Ve aralıksız günlerdir başa sara sara Teoman'ın o güzel şarkısını dinliyorum. Ders çalışırken, yürürken, otobüsteyken...Böyle takılınca takılıyorum bir şarkıya günler,haftalar belki de aylarca o şarkıyı dinliyorum ruhum halim ne olursa olsun önemli değil şarkıyı açınca direkt olarak moda giriyorum zaten.Şarkılar çok önemli insanoğlu için, her derdine derman neredeyse. İnsan kendisini şarkılarla anlatamazsa daha nasıl anlatır ki? Belki şiirler, belki bir roman kahramanı...Ama insan kendini nasıl ya da ne şekilde olursa olsun anlatmalı asla ama asla yalnız kalmamalı...